Horoz Masalı (2)

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, yemyeşil dağların eteklerine kurulmuş, cıvıl cıvıl bir köy varmış. Bu köyün adı Uykusuzlar Köyü imiş. Ama başta adı hiç de böyle değilmiş. Eskiden bu köyün adı Gülçimen’miş. Ta ki… O horoz gelene kadar.
Bu horozun adı Mızmız’mış. Mızmız, gagasıyla güneşi dürtmeden uyanmaz, her sabah ezanından önce köyü ayağa kaldırırmış. Ama mesele sadece sabah ötmesi değilmiş. Çünkü Mızmız, geceleri de ötermiş. Gündüz de. Öğle vakti de. İkindi üstü de. Yağmur yağarken de, güneş parıldarken de. Kısacası… durmadan ötermiş.
Köy halkı başta bunu hoş karşılamış.
"Aman ne güzel, ne çalışkan bir horoz!" dermiş köylüler.
Ama zaman geçtikçe sabır taşları çatlamaya başlamış.
Bir gün, köy meydanında büyük bir toplantı yapılmış. Muhtar İsmail Dayı, elinde bastonuyla kürsüye çıkmış.
"Köylüler! Uyuyamıyoruz. Çocuklarımızın altı mosmor! Annelerimiz, babalarımız göz altı torbası gibi dolaşıyor. Bu horoz ya susar ya da gider!"
Herkes alkışlamış. Fakat horoz Mızmız, meydanın kenarındaki bir çitten atlamış ve göğsünü kabartarak konuşmaya başlamış.
"Ben horozum! Görevim ötmek! Hem de her zaman! Siz beni anlamıyorsunuz!"
Kalabalık şaşkınlıkla bakmış.
"Konuşuyor musun sen?" demiş Zeynep Nine.
"Elbette konuşuyorum! Ama kimse dinlemiyor!" demiş Mızmız, gözleri dolu dolu.
Köylüler biraz yumuşamış. Ama muhtar sert çıkmış:
"Konuşsan ne yazar? Bizi uykusuz bırakıyorsun! Her saat ötülür mü be hayvan?"
Mızmız’ın gözlerinden minicik yaşlar süzülmüş.
"Ben ötmezsem… annemin sesini unuturum."
Birdenbire meydanda çıt çıkmaz olmuş.
"Ne dedin sen Mızmız?" diye sormuş Elif adında minik bir kız.
"Ben daha yumurtadan çıkmadan annem ötüşünü bana ezberletmişti. ‘Sesinle dünyayı güzelleştir’ derdi. Ama o… o yumurtadan çıkmadan önce gökyüzüne uçtu."
Köylülerin gözleri dolmuş. Ama yine de uykusuzluk başka şey.
"Ama biz de artık dayanamıyoruz. Bir çözüm bulmalıyız," demiş öğretmen Saadet Hanım.
O sırada Ali adında zeki bir çocuk parmak kaldırmış.
"Bir önerim var! Mızmız’a saat ayarı yapalım!"
"Saat ayarı mı?" demiş herkes bir ağızdan.
"Evet! Gündüz istediği kadar ötse ama gece ona özel bir kulübe yapalım, içini pamuk gibi yalıtalım. Ses dışarı çıkmasın."
Mızmız heyecanla kanat çırpmış:
"Gerçekten mi? Gece ötüşlerim duyulmaz mı?"
"Evet! Ama sen de söz ver, kulübenden çıkmayacaksın."
"Söz! Hem de gagam kadar büyük söz!"
Köylüler bir alkış tufanı koparmış. O günden sonra Mızmız’a özel bir kulübe yapılmış. İçine yumuşacık samanlar, ses geçirmeyen yalıtımlar konmuş. Mızmız her gece oraya girer, içinden usulca annesine ötermiş.
Bir sabah, Elif Mızmız’a kulübenin kapısında sarılmış:
"Artık seni daha çok seviyoruz, Mızmız!"
"Ben de sizi, küçük dostlarım. Geceleri anneme, gündüzleri size öterim artık!"
Köy yeniden neşeli uykulara dalmaya başlamış. Çocuklar rüya görebilir olmuş, nineler mışıl mışıl uyur hale gelmiş. Mızmız ise her sabah saat yedide tam yerinde, herkesin tatlı uykusunu nazikçe sonlandırırmış.
Ama bir gece…
Mızmız kulübesinden hafifçe dışarı çıkmış. Gecenin sessizliğine fısıltıyla konuşmuş:
"Anneciğim… bugün Elif benimle oynadı. Ali bana kitap okudu. Artık yalnız değilim. Ama seni çok özlüyorum…"
Gözlerinden bir damla yaş süzülmüş. Ay ışığı o minik gözyaşını parlatmış.
Ama kimse uyanmamış.
Çünkü artık Mızmız usulca ötermiş. Kalplerde, rüyalarda.
Ve köyün adı yeniden Gülçimen olmuş.