Oz Büyücüsü Masalı

Bir zamanlar, Oz Diyarı rengârenk çiçeklerin açtığı, gökyüzünün masmavi olduğu ve her sabah güneşin altın sarısı ışıklarıyla uyanan büyülü bir yerdi. Fakat bir sabah, güneş doğmadı. Gökyüzü griye büründü. Çiçekler soldu. Neşeli kuş şarkıları sustu.

Emerald Şehri’nde herkes şaşkındı. Korkuluk, Teneke Adam ve Aslan sabah erkenden Dorothysiz geçen yılların ardından yeniden bir araya gelmişti.

“Biri renkleri çalmış gibi,” dedi Korkuluk, kaşlarını çatarak.
“Belki de biri gerçekten çalmıştır,” dedi Teneke Adam, paslı sesiyle.
“Ben... ben biraz korkuyorum,” dedi Aslan, kuyruk ucunu kemirerek. “Bu hiç normal değil.”

O sırada, gökyüzünde bir ışık parladı ve rengârenk bir gökkuşağı belirdi. Fakat bu, sıradan bir gökkuşağı değildi. İçinden bir çocuk düştü yere: Mavi gözlü, çilli yüzlü, kahverengi saçlı bir kız. Elinde sadece eski bir pusula vardı.

“Ner... nerede olduğumu bilmiyorum,” dedi kız, gözlerini ovuşturarak.
“Sen... sen yeni bir Dorothysin galiba,” dedi Korkuluk şaşkınlıkla. “Adın ne?”
“Lina,” dedi kız sessizce. “Renkleri aramak için geldim. Dünya da grileşmeye başladı. Rüyamda bir ses bana ‘Oz’a git, renkleri bul,’ dedi.”

Teneke Adam gözlerini kısıp pusulaya baktı. “Bu pusula sıradan değil. Bu seni Renk Bekçisine götürebilir.”

“Renk Bekçisi mi?” diye sordu Lina. “O da kim?”

“Oz’un eski sırlarından biridir,” dedi Korkuluk. “Her rengin kendi ruhu vardır. Ve Bekçi, onların uyum içinde kalmasını sağlar. Ama yıllardır onu gören olmadı.”

Böylece dörtlü – Korkuluk, Teneke Adam, Aslan ve Lina – pusulanın gösterdiği yöne doğru yola çıktı. Yol, eskiden sarı tuğlalarla döşeliydi ama şimdi her şey griydi. Pusula, onları Gökçe Ormanı’na yönlendirdi.

Ormanın içi sessizdi, yapraklar kıpırdamıyordu.

“Burada hiç yaşam yok gibi,” dedi Lina ürpererek.
“Renklerin kaybı, yaşamı da zayıflatmış,” dedi Teneke Adam. “Burası, Yeşilin Ruhu’nun eviydi.”

Bir anda yapraklar hışırdadı ve yaşlı bir ağaç dile geldi.

“Nihayet biri geldi,” dedi kalın, boğuk bir sesle. “Yeşil gitti, uyudu... Onu uyandırmalısınız.”

“Nasıl yapacağız?” diye sordu Lina.
“Bir umut melodisiyle... Mavi Çiçeği bulup onun kalbine dokunarak,” dedi ağaç. “Sadece içten gelen duygularla açar o çiçek.”

Lina, kalbini dinleyerek yürümeye başladı. Gözleri dolmuştu. Annesinin eskiden ona söylediği ninniyi mırıldandı:

“Rüzgarla gelen umut,
Gözyaşında saklıdır.
Bir çocuk ağladığında,
Gökkuşağı uyanır.”

Birden ormanın ortasında bir tomurcuk belirdi ve açıldı: Mavi bir çiçek! Göz alıcıydı ve çevresindeki gri alanlara renk yaymaya başladı.

“İşte bu!” dedi Aslan neşeyle. “Yeşil Ruhu uyandı!”

Böylece ilk rengi geri getirmişlerdi. Fakat bu sadece başlangıçtı. Yolculukları boyunca Sarı Kum Çölü'nden geçtiler. Orada Güneşin Ruhu'nu bulmaları gerekiyordu. Ancak onu kızgın bir ejderha koruyordu.

“Ejderhalar... ejderhalar çok korkunçtur,” dedi Aslan titreyerek.
“Ama bu senin cesaretini göstermek için bir fırsat,” dedi Korkuluk gülümseyerek.

Lina, ejderhanın önüne geçti ve ona bir soru sordu:

“Neden bu kadar öfkelisin?”

Ejderha gözlerini kısarak baktı. “Çünkü kimse güneşi artık hatırlamıyor. Herkes sadece karanlıktan bahsediyor.”

“Ama sen güneşi hatırlıyorsun,” dedi Lina. “Ve eğer bize yardım edersen, herkes tekrar hatırlayabilir.”

Ejderhanın gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Koca kanatlarını açtı ve kükredi. Ardından sarı ışıklar saçan bir küre bıraktı yere.

“Alın, Güneşin Ruhu burada,” dedi. “Ama onu yüreğinizde taşımalısınız.”

Lina küreyi eline aldı, kalbinin üstüne bastırdı ve birden gökyüzü aydınlandı. Sarı renk Emerald Şehri’ne kadar yayıldı.

Yolculukları onları Sonbahar Vadisi’ne götürdü. Burada Turuncunun Ruhu saklıydı. Ama vadi tamamen sessizdi, zaman donmuş gibiydi.

Teneke Adam diz çöktü. “Turuncu, sıcaklığı ve sevgiyi temsil eder. Belki de onu geri getirmek için biz de kalpten bir şey yapmalıyız.”

Lina cebinden annesinin eski bir mendilini çıkardı, ağlıyordu. Onu vadinin ortasına koydu.

“Annem bana sonbaharda portakallar toplardı,” dedi. “Her birine küçük notlar yazardı. ‘Sevgiyle büyürsün’ derdi.”

Mendilin etrafında bir rüzgar döndü. Turuncu yapraklar dökülmeye başladı. Zaman yeniden akmaya başladı.

“Ruhu uyandırdın,” dedi Korkuluk. “Sen gerçekten seçilmiş kişisin.”

Son renk ise kırmızıydı. Kalbin ve cesaretin rengi. Onu bulmak için Gölge Dağı’na tırmandılar. Burada eski bir dost onları bekliyordu: Kötü Cadı’nın zamanında hizmetçisi olmuş, ama şimdi değişmiş bir karakter – Uçan Maymun Miki.

“Renkler geri geliyor,” dedi Miki, sevinçle zıplayarak. “Ama kırmızı... onu kaybettik. O, en zor olanı.”

“Neden?” diye sordu Lina.
“Çünkü kırmızı acıyı da içerir. Öfkeyi, kaybı, cesareti... hepsi bir arada.”

Lina gözlerini kapattı. İçinden geçen duyguları hissetti. Annesine olan özlemi, dünyaya olan inancı, bu yeni dostlarına olan sevgisi. Sonra ellerini gökyüzüne kaldırdı.

“Ben hazırım!” diye bağırdı. “Kırmızı, geri dön!”

Bir anda kalbinden çıkan bir ışık dağın zirvesini sardı. Kırmızı, gökyüzüne fırladı ve gökkuşağını tamamladı. Renkler Emerald Şehri'ne döndü. Kuşlar şarkı söyledi, çiçekler açtı, çocuklar gülümsedi.

Oz Büyücüsü ortaya çıktı – bu kez gerçek haliyle: Yaşlı ama sevgi dolu bir kadın, Renk Bekçisi’nin ta kendisi.

“Teşekkür ederim Lina,” dedi. “Sen sadece renkleri değil, umutları da geri getirdin.”

“Peki ya ben?” diye sordu Lina. “Şimdi ne olacak?”

“İstersen kalabilirsin, istersen dönebilirsin. Ama nereye gidersen git, artık sen de bir Renk Taşıyıcısısın.”

Lina gözlerini kapattı ve kendini tekrar odasında buldu. Ama bir şey farklıydı. Pencereden dışarı baktığında gökyüzünde bir gökkuşağı vardı. Ve kalbinin derinliklerinde bir sıcaklık hissetti: Cesaret, sevgi, umut ve renklerin gücü...