Mutlu Prens Masalı

Mutlu Prens Masalı

Altın sarısıyla parlayan kulesinde dimdik duran bir heykel vardı. Şehir halkı ona Mutlu Prens derdi. Gözleri yakut gibi kırmızıydı, kılıcının kabzası safirlerle süslenmişti ve tüm vücudu incecik altın yapraklarla kaplıydı.

Bu heykel, uzun zamandır kentin ortasındaki meydana bakıyordu. Ama artık bir heykeldi, duyguları yoktu, kıpırdayamazdı. Yine de kalbi, bir zamanlar yaşarken hissettiği her duyguyu unutamamıştı. Çünkü bu prens, gerçekten mutlu olmanın ne demek olduğunu öğrendiğinde, çoktan bir taşa dönüşmüştü.

Günlerden bir gün, sonbaharın serin bir akşamında gökyüzünde tek başına uçan minik bir kuş, Mutlu Prens’in omzuna kondu. Bu kuş, sıcak diyarlara gitmekte olan bir leylek sürüsünden geride kalmıştı.

“Ne kadar parlaksın!” dedi kuş, şaşkınlıkla. “Ay ışığında parlıyorsun. Ama neden ağlıyorsun?”

Gerçekten de, Mutlu Prens’in yanaklarından iki küçük gözyaşı damlası süzülüyordu.

“Ben ağlıyorum, çünkü bu şehrin altını, sokaklarında yatan aç çocukların gözyaşlarından daha parlak değil.” dedi Prens, sesi hüzünle titreyerek.

Küçük kuş biraz şaşırdı. “Ama sen bir heykelsin. Duyguların olmamalı, değil mi?”

“Ben eskiden yaşayan bir prens idim. Sarayımda danslar yapılır, şarkılar söylenirdi. Ben hep gülümserdim. Herkes bana ‘Mutlu Prens’ derdi. Ama ben o zamanlar saray duvarlarının dışını hiç görmemiştim. Şimdi, bu yüksekten her şeyi görüyorum… ve kalbim acıyor.”

Küçük kuş başını eğdi. Duyduğu şey onu derinden etkilemişti.

“Sana yardım edebilir miyim?” dedi nazikçe.

“Evet… Küçük dostum. Gözümün yakutunu alır mısın? Kuzey mahallesinde, çatısı delik bir evde, hasta bir terzi var. Annesine ilaç alacak parası yok. Yakutu satarlarsa iyileşebilir.”

Küçük kuş önce kararsız kaldı. Uçması gerekiyordu. Ama sonra başını salladı.

“Tamam. Götüreceğim.”

Kuş, Prens’in sol gözünden yakutu çekti. Ağırdı ama kalbi kararlıydı. Uçtu, rüzgârlarla savaştı ve sonunda hasta terzinin evine ulaştı. Yakutu pencere pervazına bıraktı. Terzi annesi ağlayarak şükretti.

Ertesi sabah, kuş geri döndü.

“Yine buradayım.” dedi. “Ama gitmeliyim, soğuklar yaklaşıyor.”

“Lütfen… Bir şey daha.” dedi Prens. “Diğer gözümdeki yakutu da al. Güneyde, sokakta kâğıt toplayan küçük bir kız var. Ayakkabıları yok, elleri donmuş. Onun ihtiyacı var.”

Küçük kuş iç geçirdi ama gözlerini kararlılıkla yumdu.

“Peki. Sonra giderim.”

Yakutu aldı ve küçük kıza götürdü. Kız gözlerine inanamamıştı, ağlayarak yakutu göğsüne bastırdı. İlk defa sıcak bir şey hissetmişti ellerinde.

Kuş geri döndüğünde, Prens artık kördü.

“Şimdi gitmeliyim.” dedi kuş.

“Hayır… Eğer istersen, biraz daha kal.”

Ve kuş kaldı. Her geçen gün Prens’in altın yapraklarından bir parça daha alıp şehre dağıttı. Aç bir çocuğa, donan yaşlı bir kadına, ayakkabısı olmayan bir sokak müzisyenine… Prens’in altını yok oldukça, şehirde küçük mutluluklar yeşermeye başladı.

Sonunda Prens’in üzerinde tek bir altın parçası kalmamıştı. Kuş da gitgide daha çok titriyordu. Soğuk onu zayıflatmıştı ama kalbi sıcaktı.

Bir gece, Prens kuşa fısıldadı:

“Artık git, sevgili dostum. Yoksa donacaksın.”

“Hayır, ben buradayım. Seninle.” dedi kuş.

Ve o gece, küçük kuş Prens’in kalbinin tam üstüne kıvrıldı… ve sonsuz uykusuna daldı.

Ertesi sabah şehir uyanınca, parlak olmayan heykelin ne kadar “çirkin” göründüğünü fark ettiler. Belediye başkanı şöyle dedi:

“Bu ne böyle? Ne işe yarar ki artık?”

Bir işçi çağrıldı, Prens’in heykeli söküldü. Ama içindeki kurşun kalp, erimiyordu. Fırına atıldığında bile… erimedi.

“Bu kalp… garip.” dedi usta. “Atalım mı?”

Ama bir melek gökyüzünden süzüldü ve şöyle dedi:

“Hayır! Bu dünyadaki en değerli şey bu kalptir. Ve o küçük kuş da.”

Ve melek, kuşu ve kurşun kalbi alıp gökyüzüne taşıdı. Çünkü sevgiyle atan bir kalp ve kendini başkalarına adayan küçük bir can, dünyanın en büyük hazinesiydi.